Yıllar evvel, “Türk’ün Yeni Kızılelması” başlıklı köşe yazısında, kurulu düzene ve bilgi üretimine değinirken, “Bir takım insanlar patronların patronu olur, bir takım insanlar da hizmetkarların hizmetkarı” diye yazmıştı Ömer Lütfi Mete. Üst ya da alt akıl olmak pozisyon meselesi tabii. Üst aklın yaptırım koyma ve kullanma gücü, alt aklı rahatsız etse de, bu böyle. Dünya, değişmez gerçeklere sahip çünkü. Hassas dengelere ve jeopolitik gerçeklere. Bir de olgunlaştırılmış şartlara, o da bize mahsus. Her biri mesut ve müreffeh olalım diye!
Hayat kimisi için salih ameller uğruna; kimisi için de kumpas, hile, yalan ve riya arttıkça yaşanmaya değer. Bu minval üzere, bizzat mesulüyüz yaşananların ve hatta yaşanacakların. Niçini şu: Kendimizi aramak, kendimizi bilmek, kendimizi bulmak mesuliyeti, muhatabı olduğumuz hadiselere karşı mesul kılmakta.
Şüphesiz, her ne taraftan ve hangi sebepten gelirse gelsin, namlusunu milletine çevirmiş tanka selam durmamak şaşmaz şiarımız olmalı. Hiçbir şeyimiz yoksa kan hafızamız var. Sivil halka ateş açanların, helikopterlerle özel harekatçılara saldıranların, Gazi Meclis’i bombalayanların “Mehmetçik” olmadığına eminiz. Gördünüz, görüyoruz: Biri helikopterle Yunanistan’a sığınıyor, diğeri ABD’den sığınma talep ediyor. “Bir grup asker’den ibaret olmadıkları besbelli.
Mahir Kaynak’ın meşhur tespitiyle: “Terörizm bir işletme gibidir. Patron yapacağı işe göre eleman alır.” Bu da hassas dengeleri ve jeopolitik gerçekleri olan dünyanın değişmez gerçeklerinden biri artık…
Dirayet, cesaret ve feraset sadece yaşamak için değil, yaşatmak için de şart. Mutluluğu ve acısı farklılaşan toplumların, “iyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta” birlikte olabilmesi mümkün mü? Ne diyordu, Yalnızız romanının kahramanı: “Sürüklenirsek hiçiz, dayanırsak varız.”
Her şeye rahatlıkla uyum sağlayan, her yolu yürünebilir kabul eden yerleşik duyarsızlık abideleri için faydalanabilmek haricinde vatanın herhangi bir ehemmiyeti yok elbette. Doğulsa da, doyulsa da, bir milletin maddî ve manevî birikimini bünyesinde barındırmakta vatan. Sınır bakımından büyüklük bahsi ise sahiden büyük olabilmek için yeterli değil. Büyüklük başka şey…
Pensilvanya eyaletine bağlı Saylorsburg kasabasındaki çiftlik evinde BBC’nin de bulunduğu bir grup medya kuruluşuna yapılan açıklamaların Türkiye’nin kaderini belirleyecek düzeyde olmadığını biliyoruz, bilmesine de, şahıslarüstü bir meselenin muhatabı olduğumuzun bilincine hakikaten erişebiliyor muyuz? Misal, parti taassubu, halen daha iğdiş etmeye devam ediyor zihinlerimizi…
“Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir?” diye soruyor Dostoyevski, Yeraltından Notlar’ında. Şahsiyetler topluluğunun şahsiyeti olamadıktan sonra, şu ya da bu olmak… Mühim mi? Çoğalmak, kulağa hoş gelse de mahiyeti sorgulanmalı. Manen gelişim olmaksızın maddeten kalkınmak yetmedi, yetmeyecek. En son ocak, sönmeden nasıl tütsün?
Bu dar ve sarp vadide cepheleşme, çekişme ve çatışma kıyasıya sürüyor. Herkes, yükü nispetinde yaşıyor kendisine bahşedilen hayatı. İnsanın, nefsine taşıyamayacağından fazlasının yüklenmemiş olması, onun kötücül eğilimlerine karşı başkaldırabileceği anlamına da geliyor, muhakkak. Fakat başkaldırının da bir ahlakı var; adabı ve edebi.
Nüfus itibariyle çoğalanlar, en güzel surette yaratıldıklarının bilincindeler mi? Maharet sayısal çoğunlukta olmamalı. En güzel surette yaratılmış olmanın hakkını verebilen, nitelikli şahsiyetler yetiştirebilmek mesele. Hayırda yarışmak da var; pislikte boğuşmak da. “Mümin ‘güven’ yurdu” çünkü. Yalan, iftira, şantaj, ihanet, kumpas değil...
Güzel yurdumuzda, nasırına basılmamış ve canı yanmamış herkesin bir gün kendisini içinde bulacağı kara delik ezildikçe büyüyor adeta. Misal, “AİHM, Türkiye’yi tazminata mahkum etti.” Duymak istedikleri bu. Hazırlıkları da. Kahpe içerden olunca kapının kilit tutmamasına halen daha şaşıranımız kaldı mı? Polislerden kaçmak için giysi dolabına saklanan “Türk askeri” görmemiş olanlar için şaşkınlık kaçınılmaz. Şeytanın bir kez daha ayrıntıda gizlenmesi de: 15 Temmuz gecesi Emniyet Müdürü’nün Vatan Caddesi'nde bir tank içinde askeri kamuflajlı olarak gözaltına alınmasını hatırlayalım.
İnanıyoruz ki, bu ülkenin; sırtından üç kurşun yarası alan 17 yaşındaki Uhud Işık’ları, cüzdanını bile almadan pijamasıyla evden çıkan taksi şoförü Akın Sertçelik’leri, henüz 16 yaşında tank paletlerinin altında kalan Engin Tilbac’ları, üç çocuğunu öptükten ve eşinden helallik diledikten sonra evinden ayrılarak İstanbul Çengelköy’de cuntacı terör şebekesinin kurşunlarına hedef olan Halil Kantarcı’ları, İstanbul Acıbadem’de bulunan Türk Telekom binasını ele geçirmek isteyen cuntacı terör şebekesine karşı direniş gösterirken kurşunlara hedef olan Mahalle Muhtarı Mete Sertbaş’ları bitmeyecek. Nasıl ki, bu ordunun Ömer Halisdemir’lerinin, Sait Ertürk’lerinin, Ferhat Daş’larının, Bülent Aydın’larının, Levent Önder’lerinin, Mahmut Çakmak’larının bitmeyeceği gibi…
Çağlara ve nesillere rağmen, kesintisizce süren bir devamlılığı esas alıyor bu toprakların tarihi. Fakat devamlılığın nasılını ve niçinini, büyük şahsiyetlerin zuhurunda aramak gerekiyor. İşbu yüzden, Mevlana ve Tasavvuf adlı eserinde, büyük mezarların üstünde büyük vatanlar olduğu kanaatinde Nurettin Topçu: “Büyük ölüleri olmayan milletler ebedî olamazlar. Üzerinde büyük ruhların sevildiği topraklarda ebedî hayat ağacı yeşerir, gerçek hayat, gerçek saadet tadılır. Onlarsız yeryüzünde yetim yaşar insanlar.”
Ölümle birlikte fizikî bir ayrılık söz konusu olsa da, emek ve eser ölülerimizi diri tutuyor. Gidiyorlar ama aramızda yaşayarak…
Oğuzda er tükenmediği gibi, âlemde de şer tükenmiyor. Sınırları vakti zamanında çizilmiş ve kazanılmış bir toprak parçasından ibaret görmediğimiz bir ülke Türkiye. Bu ülke, ülkelerden bir ülke olmadığı gibi, topraklardan bir toprak da değil. Mesuliyetine razıysak, özümsememiz gereken düstur belli. İnsan için en önemli mertebe: “Kendini bil.” Ancak kendimizi bildiğimiz müddetçe, yöneldiğimiz sevginin niçinini dosdoğru idrak etmiş olacağız. Lafla yetinmeden…
Hasılı, yarının çocuklarına anlatacağımız bir hikaye olmalı, içinde sahici kahramanları olan. Uçaklar kalkmasın diye römorklarla taşıdıkları saman balyalarını ve araba lastiklerini yakan Ankara Kazanlı Köylülerin yurtseverliğini anlatmak da var; Amerikan ekmeğiyle semiren yüksek tahsilli firarileri de. Tercih meselesi. Meşrep ne gerektiriyorsa o...
*Çilingir Dergisi'nde yayımlanmıştır, 2017