Bu blogda ara

RÜYASINDAN UYANANLAR


“Parsel parsel eylemişler dünyayı

Bir dikili taştan gayrı nem kaldı...”

Sahip olduğumuz ahlakın hayatı, rüyalarımıza da tesir ediyor. Maruz kaldıklarımızla ve razı olduklarımızla yaşıyoruz. İster istemez böyle. Rüyalarımızın kalitesindeki düşüş ya da yükseliş bu çerçeve de mühim. Hayatımızın ve ahlakımızın nasılıyla ilişkili bir hal mevzubahis… 

Hadiselere ibret nazarıyla bakabilmeliyiz. Dışarıda kaotik bir dünya var. Devam ediyor. Bize rağmen ve bizimle. En güzel surette yaratılanları yakından ilgilendiren bir dünya…

Yaşadıklarımızla sınandığımız besbelli.

Hayır ve şer, helal ve haram, iyi ve kötü, güzel ve çirkin…

İçi mahşer yeri insanın. Böylesi bir varlığın hikayesini anlamak ve anlatmak pek meşakkatli. Başka bir alemle de teması mümkün bir hikaye bu. Ruhumuzla karşıladığımız o rüya alemi mesela. 

Yaşamak bu kadar kolay mı? Üstüne üstlük bir de uyanık olmak… 

Jurnal’den: “Hayatımız ne kadar narin, ne kadar kısa, ne kadar aldatıcı.”

İnsanın ölümü, kalbinin ölümüyle başlamakta.

Kalbin de hastalıkları var.

Rüyalarımız kirleniyormuş, ne gam! Duymak istemediğimiz gerçeklere karşı inanmak istediğimiz yalanlara teslim olmuşuz bir kere. Temizlik, kökten gerçekleşmeli. Umut, köklerde…

Pek tabii ki daha iyisine layık olmak, çaba ve gayretle mümkün ancak. Sahiden de istiyorsak bu böyle. Huzursuzluğun ve neşesizliğin girdabında hayat yaşanabilir değil çünkü…

“En güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımız...” mı gerçekten?

Normal olarak algılamamız gereken bazı davranışlar, meziyet olarak yerleşmiş durumda hayatımıza artık. Güven bunalımı yaşadığımız aşikar. Bir uzaklaşma bu, bir yabancılaşma, bir kovulmuşluk. Ne diyor İntibah’ta: “İnsanoğlu garip bir yaratıktır. Zamanla her şeye alışır ve alışmadığı her şeyden korkar.”

Buraya dikkat! Korku ve ümit içinde olmak. Yani kötü akıbet korkusunu hissederken O’nun sonsuz rahmetine tutunabilmek...

İnsanın nefs yapısını çok katlı bir bina gibi düşünürsek diyor Dr. Mustafa Merter, rüya bize hayat oyununu balkondan gösteriyor: "Çünkü rüya, ibret gözüyle bakıldığında bize yol göstermekle birlikte, düzeltmemiz gereken yönlerimize dair uyarıcı olan ilahi bir lütuf." (Söyleşi, Lacivert Dergi, Şubat 2018)

Kıymetini bilmeli. 

Rüya, yüzleşmek için de vesile. Tam da bu hususta kuşatıyor insanın bünyesini. O an, yani yüzleşme anı, endişelerle birlikte yığılıveriyor muhatabına. Yüzleşmek, esasında, içeriye dönük bir eylem. Riskli. Karakter yarılmasıyla da sonuçlanabilmekte…

Rus ressam Aivazovski’nin 1850’de tamamladığı “9. Dalga” adlı yağlıboya eseri hatırlayalım. Denizcilerin inanışına göre orta şiddetteki 8 dalgadan sonra gelen ilk büyük ölümcül dalga bu; 9. Fırtınada parçalanmış bir gemi, doğan bir güneş ve hayatta kalmak için direğe tutunan Müslüman denizciler.

Dünya uykusu bu; doğrusuyla yanlışıyla…

“Ne oldu” diye sormak da var bu hikayenin sonunda, “Nasıl oldu” diye sormak da. Gündelik hayatta karşılaştığımız meselelerin neresindeyiz, cevabı bizde saklı. Her birinin tanığı veyahut sanığıyız. Kabullendiklerimizin rüyalarımıza olumlu veyahut olumsuz tesiri ise söz konusu hayatın nasılıyla ilişkili. Keyfimiz bilir.

Kavuştuklarımız da rüyalarımızın içinde saklı, kavuşamadıklarımız da.

Şeytani olan da, rahmani olan da.

Hasılı kelam, tercihlerimizi yaşıyoruz. Bedelini bir şekilde ödeyerek…

Devamını Oku »

CORONA GÜNLERİ


1. Kayıt

Hayatın olağan akışı diyorlardı adına, ters yüz oldu işte. İçinde bulunduğumuz ve böbürlendiğimiz o büyük dünya teslim alındı. İkinci bir emre kadar yaşamak ve yaşlanmak, yasaklandı böylece. Şekil olarak kral tacına benzediğinden dolayı Latince ‘taç’ anlamına gelen ‘corona’ virüs, sosyal izolasyon süreci yaşatırken insanlığa, bir yığın tanı bıraktı ardından. Birkaç uzman, bir avuç sabun ve alkol bazlı dezenfektan stokları. Gelişmiş barbarlık çağının küçük gölgelerine ne vaat ediyordu ki yerleşik düzen? İş hayatından ibaret kalan birey, nasıl da yabancılaşmıştı kendi kendisine. Canlı olduğunu iddia eden modern insanın yabancılaşması, bizzat nesneleşmiş olması değil miydi? Hayatı, kablosuz bir modemin içine sığdırıvermiştik ya hani; kota sorgusu, internet hızı, kapasite aşımı, hızın azalması derken, neyi yitirdiğimizi hatırlamak yeterince zül geliyordu artık. Sakinleşin, yavaşlayın ve düşünün. Sonrası mı? Uzman psikologların ve beslenme uzmanlarının iştigal sahası.

Çin’in Wuhan kentinde bir hayvan pazarında ortaya çıkan virüs nedeniyle dünya üzerinde hayatını kaybedenlerin sayısı bugün de artış gösterdi. Rakamları defnetmiyoruz oysa. Olağanüstü bir dönemden geçtiğimiz dillendiriledursun, endişeyi ve korkuyu yönetiyor olmak da mühim. Kaçınılmaz gerçeklerle yüzleşmek meşakkatli. Kuşkusuz her şeyin bir bedeli oluyor hayatta; cehaletin ve eğitimsizliğin mesela. Ne acı, sorumluluklar çerçevesinde kıymet verilmesi gereken bir hayat bahşedilmedi mi hepimize? Şimdi mesafeli olmakla övünebiliriz. İnsana kendi emeğinden başkası yok. Hal böyle iken, çağlara ve nesillere ne kalacak ardımızdan? Antibakteriyel özelliğiyle kuka bir tespih ve biteviye devam eden gergin bir bekleyiş. Cansızlaşan hayatlara canlı yayın. Ölüm istatistikleri, dağılım ve yayılım haritaları…

Toz pembe bir dünya tahayyül etmemiştik zaten. İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’ın raporuna göre, dünyanın en zengin 26 kişisinin toplam serveti dünya nüfusunun yarısının servetine eşit düşüyor. Kurulu düzen mi, düzensizlik mi, ne konuşuyoruz halen? Kaosu ve kargaşası bitmedi, bitmeyecek. Salgının inşa ettiği yeni dünya, ıssızlaşan şehirler ve işsizleşen insanlar inşa etmekte.

Nüfus, kamu, ekonomi, toplum, medya, çevre, gıda, su, enerji ve sağlıkta anlık dünya istatistikleri… ile oyalanaduralım, eski sağlığımızla birlikte eski alışkanlıklarımızı da terk etmemiz istenmekte. Maruz kaldığı musibet, ömrünün geri kalanında insana, hiç mi öğretici olmayacak? Kelimelerden de kaçınacağız yine; ibret ve vebal gibi. Her ikisi de yıkımın ve enkazın ardından sorumluluğa muhatap kılmaya devam edecek çünkü.

Er ya da geç çip’leneceğiz. Nasılı şurada: “Koronavirüs salgını ile mücadele kapsamında konum verilerini açıklayacağını duyuran Google, insanların nerelere gittiğini gösteren ilk raporunu bugün yayınladı. İnsan hareketlerinin izlenip yetkililere bilgi vermek için yayınlanan raporlarda insanların market, eczane, park ya da iş yeri gibi yerlere mi gittikleri, bu yerlerin ne kadar kalabalık olduğu gibi bilgilerin yer alacağı kaydedildi.”

Hasılı, dijital dünya düzeni böyle emir buyurmakta. An be an takip, izlenme ve kontrol. Seksenlerin o şarkısı anlamını tastamam bulmuş olacak işte. Etrafımızı sarıverecek, bir boşluk ki asla bitmeyecek, her şey bir anda anlamsız gelecek, çip’leneceğiz. 

2. Kayıt

Sahip olduklarının kıymetini, onları yitirdiğinde anlayabilmesi yeni değil insan için. Bu hep böyleydi. İçinde bizzat bulunduğumuz ve pozisyon aldığımız dünyanın aşağıda bir yerlerde olduğunun farkındayız elbette. Şu yaşadığımız günler dahilinde aşağılık işlere maruz kalmak eskisi gibi şaşırtmıyor da. Haksız fiyat artışı, mağduriyete neden olan fırsatçılık vesaire. Felakete alışmayı bir de böyle düşünmeli. İnsanın ölümü, kalbinin ölümüyle başlamakta. Kalbin de hastalıkları var.

Kabul edelim; çaba ve gayret yoksa, yaşanmaya değer hayat da yok. Bir bedeli olmalı varoluşun. Daha iyisine layık olmak, çaba ve gayretle mümkün. Sahiden de istiyorsak bu böyle. Huzursuzluğun ve neşesizliğin girdabında hayat yaşanabilir değil çünkü.

Şu malum karantina günlerinde; içinde bulunduğu ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel oluşumu çakallar ve yılanlar mağarasına benzeten İtalyan siyasetçi, önce mikroptan arınalım sonra düşüneceğiz diyor. Mesele aşikar: Kurtarmak ve kurtulmak! Halk kahramanlarına da bu yakışır zaten. Ne zaman evin dışına çıksak, yel değirmenleriyle karşılaşmıyor muyuz sanki. Düşünmesi de hoş. Maksat, hayat belirtisi göstermekten ibaret. İnsan dediğin nedir ki? Nasibimizle yaşıyoruz. Hayat, gardını almış bekliyor.

İddiaya göre bir davranışın alışkanlık haline gelerek, zihinde ve hücresel bellekte kalıcı olarak yerleşmesi için gerekli süre, 21 gün. Yadsımıyorsak, alıştırıldığımızdan. Felakete alışmak, insan için ne kadar da yaralayıcı bir durum. Üstüne üstlük ‘kitle imha yalanları’yla bu derece haşır neşir olmuşken. Eve dönmek kadar güzel, insanın evine çekilmesi. Fakat bu başka. Büyüleyici bir kara deliğin içinden sesleniyorlar yine her birimize. Kanıta ve kaynağa dayalı olmayan her görselin altına şüphe gözetmeksizin üşüşmek, bununla yetinmeyip paylaşmak, paylaştıkça yayılmasına katkı sunmak. Üstüne üstlük, felaket tellallarının akraba gruplarına düşen gizem dolu ses kayıtlarının refakatinde gün sonu ve kapanış. Bolca bilgi kirliliği ve iğfal edilen zihinler…

Mesafeli olalım ve mesafeyi koruyalım lütfen. İngiltere’ye bağlı Galler’de virüs yasağıyla boş kalan sokaklara dağ keçileri inedursun; hayat devam ediyor. Endişe yanı başımızda, gerçeklerle yüzleşme vakti: “Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti.”

3. Kayıt

Ekonomi derslerinde ilk olarak anlatılanın, sınırsız ihtiyaçlar ile kıt kaynaklar arası ilişki olduğunu düşünürsek, karantina günlerine mahsus başka bir tartışmanın içinde bulabiliriz kendimizi. Yaşamak, barınmak, yemek, içmek, cinsel arzu, def-i hacet… Sahiden de, ihtiyaçlarımız sınırsız mı, yeryüzündeki kaynaklar kıt mı? Her geçen gün ihtiyaçları artan dünyalıya, kıt kaynaklar yetmemekte, o halde artan nüfusa bir şekilde müdahale edilmeli! Halbuki insanın temel ihtiyaçlarına köle olması onu özgür kılmamakta. Bugünlerde hepimiz bir nevi laboratuar ortamının içinde yaşıyor gibiyiz. Umut bir teselli artık, mutluluk bir temenni. Evvel zaman içinde, yarasa dışkısı, barut yapımında kullanılmıştı. Hayatın cilveleri işte, neyin nereden sirayet edeceği belli olmuyor.

Korona virüs tedbirleri kapsamında Japonya’nın Tokyo şehrindeki bir üniversitede öğrencilerin yerine robotların katıldığı bir mezuniyet töreni bile gerçekleştirildi. Dijital toplum düzeninin alametleri:  “Evlerinden görüntülü olarak bağlanan öğrenciler, robotun üzerine yerleştirilmiş bir tabletle video konferans gerçekleştirirken, tabletlerin bağlı olduğu robotlarda kumandayla kontrol edilerek podyuma diploma almaya yürüdü.”

Kıymetini bilelim. Eve çekilmek veyahut sığınmak, şükür sebebi. Ev derken, içinde nefes alıp verilen betonarme bir yapıyı kastediyor değiliz. Söz konusu olan duygunun ve düşüncenin birlikteliği. Dünyaya açık olmakla böbürlenmeden evvel, güçlü ve dayanıklı bir aile yapısına sahip olmak ve bunu muhafaza etmek daha mühim. Birbirine yabanlaşmamış ve bencilleşmemiş bireylere sahip olmak kaydıyla, hayati bir ayrıntı bu. Dayanıklı ve güçlü bir aile yapımız var. Kendine özgü. Her türlü musibete rağmen bu böyle.

Güzel şeyler de olmuyor ve duyulmuyor değil. Bakabilecek göz, duyabilecek kulak olsun yeter ki. İyilik gibi kötülük de bulaşıcı. Yaratılanın fıtratı bozulmayagörsün. İnsan, yaptıklarından da yapamadıklarından da mesul. Biz buna inanıyoruz. Dağılmayı önlemek, dayanışmayla mümkün ancak. Mevzu ile alakalı olarak; “imkanı alan koysun, ihtiyacı olan alsın” mottosuyla gerçekleştirilen kampanya tam da buna vesile.

4. Kayıt

Yaşadığımız günler doğanın intikamı olarak yorumlanıyor sıkça. Sebep sonuç ilişkisini doğanın intikamı üzerinden çözümlemiyoruz. İnsan, yaptıklarından mesul. İnsan ve doğa, bir bütün, parçalanmışlık yok. İbret ve imtihan dünyası; bu böyle. Temel ihtiyaçlarımız kadar varız hayatta. Fakat biz de yoğun bir karbonhidrat bağımlılığı da mevcut. Yaşadığımız günler birbirini tekrarlıyor. Neşemizi yitirmeyelim. Ekmek ve makarna, olay mahalline geri dönmüş bulunmakta. Doğal seleksiyona bir diğer adıyla doğal seçilime inananlar için yalnızca ortama uyum sağlayanlar, dayanıklı ve güçlü olanla hayatta kalıyor, yani doğa kanunlarıyla birileri ayıklanıyor. Ölümlü dünyanın mahluklarıyız. Kaderin cilveleri neler yaşatıyor insana. Koronavirüse yakalanmamak için ormanda yaşamaya başlayan Rus gezgin Aleksandr Norkov’un nilüfer çiçeğinin yapraklarını yiyerek hayatını kaybettiği şu günler kim bilir daha nelere gebe…

Kesintiye uğrayan hayatın hayhuyu içinde gördüklerimiz, duyduklarımız ve okuduklarımız bizi bir şekilde şahit kılmakta. Çıkarlarımızla uyuşmasa da, ihtimallerle düşünebilmeliyiz. Her hadisenin bir acaba’sı olabilmekte oysa. Kişinin nesnel veyahut ekonomik durumu, onu her defasında haklı ya da haksız yapar mı? “Gariban halk” ya da “şöhretli zengin” etiketleri üzerinden hadiseleri anlamlandırmak mesela. Sözüm ona sağ ve sol popülizm, halk dalkavukluğu… Derken insan bir şekilde yorumlanmaya muhtaç hadiselerle iç içe. İnsanın da bir arzu nesnesi olduğunu düşünürsek, her biri bir diğeriyle irtibatlı. İşimize geldiği gibi. Sevgi ve nefret ilişkilerimiz paket halinde sunuluyor nasıl olsa, tam da kafa konforumuza göre!

Günün atasözü: “Ver yiyeyim, ört uyuyayım; bekle canım çıkmasın.”

5. Kayıt

Musibet, eksiklerimizi görünür kılıyor. Muhatabı olduğumuz izolasyon süreci esnasında nefs muhasebesi yapabiliyor muyuz, vakti kıymetlendirmek açısından mühim. Sağlık ve temel ihtiyaç bahsini bir de böyle düşünelim. Kusurlarla donatılmış varlıklarız. Samimiyetin keramet olarak ayrıcalıklı kılındığı bir çağ bu. İnsan, öncelikle kendisine samimi olmalı, bu da en meşakkatlisi olsa gerek. Kıçımızın üzerine oturduk, hayatın normale dönmesini bekliyoruz. Ne kadar da yaşanabilir hayatlara sahipmişiz meğer.

Fırsattan istifade, yeraltına çekilenler ise tam donanımlı barınakların içinde bekliyorlar yeni bir dünyaya kavuşmayı. Zihniyet itibariyle hakikaten bir değişim gerçekleşir mi, meçhul. Cehaletin ve az gelişmişliğin katı halini yaşıyoruz. Hastalıklı yaklaşımlar afişe etmiyor değil kendisini. Fransa’da, ülkenin önde gelen iki doktoru yeni tip koronavirüse karşı geliştirilecek aşı ve ilaçların Afrika’da denenmesi gerektiğini utanmaksızın canlı yayında konuşabiliyor: “Afrika’da bir çalışma başlatacağız.”

Salgın, sadece sağlık sorunu olarak temayüz etmemekte, bireysel ve küresel ekonomi açısından getirileri ve götürüleri olduğu dile getiriliyor. Keza sosyal hayatı da etkisi altına aldı, alıyor. Gündelik hayatımız vakti geldiğinde normalleşecek ama nasıl? Hastalık ölümcül, yıkım kaçınılmaz. Ne kadar süreceği ve ne zaman biteceği üzerine yaşanan belirsizlik, beraberinde korkuyu ve paniği tetikliyor. İşte risk. Bilimsel dayanağı olmayan bazı sosyal medya paylaşımları ise bilgi kirliliği olarak nüfuz ediyor hastalık adaylarına.

Dünyalı, çaresizliğine yenik düşmeyegörsün. Salgın, büyük ve güçlü tanımıyor: ABD’de ölü sayısı her geçen gün artarken ekipman eksikliği sağlık çalışanlarına büyük zorluk yaşatmakta, New York’taki bir yoğun bakım hemşiresi, iki hafta boyunca yaşadıklarını gözyaşlarıyla anlatıyor: “Her yerde ceset var.” Öte yandan Japonya’da yetkililer, koronavirüs tedbirleri kapsamında, büyük şehirlerdeki internet kafelerin kapatılmasıyla birlikte korumasız kalan binlerce evsize kalacak yer bulabilme telaşında.

Mal, hizmet ve paranın serbest dolaşımı huzur için yetmedi, yetmeyecek. Sınırlarımıza çekiliyoruz, otoritelerimize sığınarak. Çin ve ABD arasında virüsün kaynağı tartışmaları devam ededursun; Vuhan şehrinde ortaya çıkan virüs, Sivas’ta belediye ekiplerine bank kaldırtıyor. Tedbir, küreselleşiyor. Böylece ihmalkar ve kuralsız yaşamın yeni dünyada artık kabul görmeyeceği açığa çıkıyor olabilir mi? Fakat halen daha, izole edilmiş ünitede gözetim altında tutulan hasta, güvenlik görevlilerini atlatarak hastaneden kaçabiliyor da.

Devamını Oku »

KUŞ CAMA İNANMAZ

 “Hırslar ve umutsuzluklar, sevgiler ve kayıtsızlıklar, varkalma çabaları ve kendini ölüme bırakış: büyük zenginliklerin yanı başında büyük yoksulluklar... Kral, yeni bir barbarlık çağının, Köpekler Çağı'nın habercisi mi?”

(John Berger, Kral: Bir Sokak Hikayesi)

John Berger, ‘Kral: Bir Sokak Hikayesi’nde anlatır. Kırlangıç, yanlışlıkla, bir odanın içine girer, dönmeye başlar, çünkü girdiği açık pencereyi bir türlü bulamamaktadır, giderek kanatlarını telaşla çırpar, kendisini halen gökyüzünde zannetmektedir, ama uçamadığını keşfeder, kanatlarını çırparak duraksar, hızı sayesinde içine hapsolduğu ağı parçalayabilecekmişçesine yeniden camlardan birine yönelir, bir kez daha cama çarpmış ve sersemlemiştir.

'KUŞ CAMA İNANMAZ'

Kırılmayan camın kendisine sersemletmesine rağmen…

Hikayede görüleceği üzere, odanın içine yanlışlıkla giren kuş, yanlış hamlelerde bulunmaktadır. Doğru istikamet, yanlış hamlelerle bulunabilir mi?

Üzerinde düşünülmüş ve planlanmış bir uçuştur bu…

Esasında, kuşun maruz kaldığı sarsıntılı telaş, cama inanmamasındandır. Bulunduğu yeri, gökyüzü bilmenin bedelini öder girdiği odada. Hamle üstüne hamle yapsa da, odanın içindedir ve gökyüzüne kavuşabilmesi, cam engelini aşabilmesiyle mümkündür ancak. Başarabilecek midir? İnanıyorsa, neden olmasın?..

Reel dengelere teslim olmamak için…

Kuş, cama inanmamaya inanmaya başladığında gökyüzü bilmiştir bulunduğu yeri. Fakat yaşayabilmesi için, merakla ve heyecanla yöneldiği odalarda karşılaştığı her camın üstesinden gelebilmesi gerekir. Görerek, işiterek, koklayarak, tadarak ve temas ederek…

İnanmıştır bir kere…

Girdiği odada çarptığı her cam, yıldırabilmiş midir onu? Kanatları zedelenmiştir muhtemelen, ama bu uçmasına mani olamaz, olmamıştır da. İnanmıştır bir kere camın ardına, yani gökyüzüne. Odayı tercih etmemiştir, onu bekleyen gökyüzüne, peşkeş çekmemiştir onu. Çünkü camın ardını, yaşanmaya değer bir hayat olarak kabullenmiştir. Her halükârda yaşamanın bedelidir bu: Yaralanmak.

Kafesi reddetmiştir çünkü…

Cama inanmayan kuş, elbette, başkalaşmaz, kendisi olarak kalır. Başka bir dünya umudunu muhafaza ettiği müddetçe de, yaratılış tabiatının bozulmasına müsaade etmemiş olur. Kuş kalmayı reddeden engellilerin rahatlığına talip olmaz asla. Engelsizliğinden olsa gerek: Her daim beladadır başı. Cama inanmamakla birlikte, camın ardında da rahatlık yoktur ona, uslanmaz, evet. Olmayacak işlerle meşguldür, çatışır ve çarpışır.

İlke ve ideal ne gerektiriyorsa odur istikameti…

Camın aşılamaz bir engel olduğuna inanmak, onu tutsaklaştıracaktır. Bilir bunu. Hoşgörmez. Evcilleşmek istemez, evcilleştiği an oportünist bir uyumculuğa yer açmış olacaktır hayatında. “Hayat süren leş” olarak boşluğa düşecek ve canına kıyacaktır.

Ümitvardır çünkü… 

Gelgelelim, malûm hikaye şöyle devam eder: Kuşun kalbi sarsıldıkça, kanatlarından hızlı çarpmaya başlar, gagasının altında bir damla kan belirir, cama her vurduğunda bir damla daha oluşur, son çılgınca savruluş sırasında ise bir mucize gerçekleşmiştir, hedeflediği pencere camını şaşıran kuş açık pencereye yönelir, açık havada olduğunu daha kuyruğu çerçeveden çıkmadan anlar, bir cıvıltı çıkarır, kısa, zor duyulan ama apaçık bir neşe cıvıltısı…

Yaşamak ve yaşatmak ister.

Kuşun, sadece fiziken değil, kalben de yaşadığı sarsıntı neticesinde gagasından gelen kan, uyarıdır kendisine: Beslenme, temizlenme, avlanma, nesneleri tanıma… Fakat uslanır mı? Çatıştıkça ve çarpıştıkça ulaşır camın ardına. Boşluğa düşerek değil, süzülerek…

İçinde imkansızlık olmayan bir hikayedir bu.

Muradına eren kuş, kavuşmuştur gökyüzüne artık. Uçmaya devam eder; engelsiz. Fakat ilk karşılaşacağı camlı odayı görene kadar. Merakına dayanamaz, heyecanına katlanamaz. Şairin mısraından mülhem: Çünkü yaşamak, zordur kanatları olana…

Kolay elde edilmiş bir saadeti değil, yüceltici bir ıstırabı tercih etmiştir.

Belki de, kuşun inanmadığı o cam, değişeceğini zannettiğimiz bir dünyadır; çarptıkça değişmeyeceğini anladığımız, anlamaya başladıkça sersemlediğimiz…

*Ayarsız Dergisi'nde yayımlanmıştır, 2016

Devamını Oku »

‘SÜRÜKLENİRSEK HİÇİZ, DAYANIRSAK VARIZ’


Bir 15 Temmuz yazısı...

Yıllar evvel, “Türk’ün Yeni Kızılelması” başlıklı köşe yazısında, kurulu düzene ve bilgi üretimine değinirken, “Bir takım insanlar patronların patronu olur, bir takım insanlar da hizmetkarların hizmetkarı” diye yazmıştı Ömer Lütfi Mete. Üst ya da alt akıl olmak pozisyon meselesi tabii. Üst aklın yaptırım koyma ve kullanma gücü, alt aklı rahatsız etse de, bu böyle. Dünya, değişmez gerçeklere sahip çünkü. Hassas dengelere ve jeopolitik gerçeklere. Bir de olgunlaştırılmış şartlara, o da bize mahsus. Her biri mesut ve müreffeh olalım diye! 

Hayat kimisi için salih ameller uğruna; kimisi için de kumpas, hile, yalan ve riya arttıkça yaşanmaya değer. Bu minval üzere, bizzat mesulüyüz yaşananların ve hatta yaşanacakların. Niçini şu: Kendimizi aramak, kendimizi bilmek, kendimizi bulmak mesuliyeti, muhatabı olduğumuz hadiselere karşı mesul kılmakta.

Şüphesiz, her ne taraftan ve hangi sebepten gelirse gelsin, namlusunu milletine çevirmiş tanka selam durmamak şaşmaz şiarımız olmalı. Hiçbir şeyimiz yoksa kan hafızamız var. Sivil halka ateş açanların, helikopterlerle özel harekatçılara saldıranların, Gazi Meclis’i bombalayanların “Mehmetçik” olmadığına eminiz. Gördünüz, görüyoruz: Biri helikopterle Yunanistan’a sığınıyor, diğeri ABD’den sığınma talep ediyor. “Bir grup asker’den ibaret olmadıkları besbelli. 

Mahir Kaynak’ın meşhur tespitiyle: “Terörizm bir işletme gibidir. Patron yapacağı işe göre eleman alır.” Bu da hassas dengeleri ve jeopolitik gerçekleri olan dünyanın değişmez gerçeklerinden biri artık…

Dirayet, cesaret ve feraset sadece yaşamak için değil, yaşatmak için de şart. Mutluluğu ve acısı farklılaşan toplumların, “iyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta” birlikte olabilmesi mümkün mü? Ne diyordu, Yalnızız romanının kahramanı: “Sürüklenirsek hiçiz, dayanırsak varız.” 

Her şeye rahatlıkla uyum sağlayan, her yolu yürünebilir kabul eden yerleşik duyarsızlık abideleri için faydalanabilmek haricinde vatanın herhangi bir ehemmiyeti yok elbette. Doğulsa da, doyulsa da, bir milletin maddî ve manevî birikimini bünyesinde barındırmakta vatan. Sınır bakımından büyüklük bahsi ise sahiden büyük olabilmek için yeterli değil. Büyüklük başka şey…

Pensilvanya eyaletine bağlı Saylorsburg kasabasındaki çiftlik evinde BBC’nin de bulunduğu bir grup medya kuruluşuna yapılan açıklamaların Türkiye’nin kaderini belirleyecek düzeyde olmadığını biliyoruz, bilmesine de, şahıslarüstü bir meselenin muhatabı olduğumuzun bilincine hakikaten erişebiliyor muyuz? Misal, parti taassubu, halen daha iğdiş etmeye devam ediyor zihinlerimizi…

“Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir?” diye soruyor Dostoyevski, Yeraltından Notlar’ında. Şahsiyetler topluluğunun şahsiyeti olamadıktan sonra, şu ya da bu olmak… Mühim mi? Çoğalmak, kulağa hoş gelse de mahiyeti sorgulanmalı. Manen gelişim olmaksızın maddeten kalkınmak yetmedi, yetmeyecek. En son ocak, sönmeden nasıl tütsün? 

Bu dar ve sarp vadide cepheleşme, çekişme ve çatışma kıyasıya sürüyor. Herkes, yükü nispetinde yaşıyor kendisine bahşedilen hayatı. İnsanın, nefsine taşıyamayacağından fazlasının yüklenmemiş olması, onun kötücül eğilimlerine karşı başkaldırabileceği anlamına da geliyor, muhakkak. Fakat başkaldırının da bir ahlakı var; adabı ve edebi. 

Nüfus itibariyle çoğalanlar, en güzel surette yaratıldıklarının bilincindeler mi? Maharet sayısal çoğunlukta olmamalı. En güzel surette yaratılmış olmanın hakkını verebilen, nitelikli şahsiyetler yetiştirebilmek mesele. Hayırda yarışmak da var; pislikte boğuşmak da. “Mümin ‘güven’ yurdu” çünkü. Yalan, iftira, şantaj, ihanet, kumpas değil...

Güzel yurdumuzda, nasırına basılmamış ve canı yanmamış herkesin bir gün kendisini içinde bulacağı kara delik ezildikçe büyüyor adeta. Misal, “AİHM, Türkiye’yi tazminata mahkum etti.” Duymak istedikleri bu. Hazırlıkları da. Kahpe içerden olunca kapının kilit tutmamasına halen daha şaşıranımız kaldı mı? Polislerden kaçmak için giysi dolabına saklanan “Türk askeri” görmemiş olanlar için şaşkınlık kaçınılmaz. Şeytanın bir kez daha ayrıntıda gizlenmesi de: 15 Temmuz gecesi Emniyet Müdürü’nün Vatan Caddesi'nde bir tank içinde askeri kamuflajlı olarak gözaltına alınmasını hatırlayalım.

İnanıyoruz ki, bu ülkenin; sırtından üç kurşun yarası alan 17 yaşındaki Uhud Işık’ları, cüzdanını bile almadan pijamasıyla evden çıkan taksi şoförü Akın Sertçelik’leri, henüz 16 yaşında tank paletlerinin altında kalan Engin Tilbac’ları, üç çocuğunu öptükten ve eşinden helallik diledikten sonra evinden ayrılarak İstanbul Çengelköy’de cuntacı terör şebekesinin kurşunlarına hedef olan Halil Kantarcı’ları, İstanbul Acıbadem’de bulunan Türk Telekom binasını ele geçirmek isteyen cuntacı terör şebekesine karşı direniş gösterirken kurşunlara hedef olan Mahalle Muhtarı Mete Sertbaş’ları bitmeyecek. Nasıl ki, bu ordunun Ömer Halisdemir’lerinin, Sait Ertürk’lerinin, Ferhat Daş’larının, Bülent Aydın’larının, Levent Önder’lerinin, Mahmut Çakmak’larının bitmeyeceği gibi…

Çağlara ve nesillere rağmen, kesintisizce süren bir devamlılığı esas alıyor bu toprakların tarihi. Fakat devamlılığın nasılını ve niçinini, büyük şahsiyetlerin zuhurunda aramak gerekiyor. İşbu yüzden, Mevlana ve Tasavvuf adlı eserinde, büyük mezarların üstünde büyük vatanlar olduğu kanaatinde Nurettin Topçu: “Büyük ölüleri olmayan milletler ebedî olamazlar. Üzerinde büyük ruhların sevildiği topraklarda ebedî hayat ağacı yeşerir, gerçek hayat, gerçek saadet tadılır. Onlarsız yeryüzünde yetim yaşar insanlar.” 

Ölümle birlikte fizikî bir ayrılık söz konusu olsa da, emek ve eser ölülerimizi diri tutuyor. Gidiyorlar ama aramızda yaşayarak… 

Oğuzda er tükenmediği gibi, âlemde de şer tükenmiyor. Sınırları vakti zamanında çizilmiş ve kazanılmış bir toprak parçasından ibaret görmediğimiz bir ülke Türkiye. Bu ülke, ülkelerden bir ülke olmadığı gibi, topraklardan bir toprak da değil. Mesuliyetine razıysak, özümsememiz gereken düstur belli. İnsan için en önemli mertebe: “Kendini bil.” Ancak kendimizi bildiğimiz müddetçe, yöneldiğimiz sevginin niçinini dosdoğru idrak etmiş olacağız. Lafla yetinmeden…

Hasılı, yarının çocuklarına anlatacağımız bir hikaye olmalı, içinde sahici kahramanları olan. Uçaklar kalkmasın diye römorklarla taşıdıkları saman balyalarını ve araba lastiklerini yakan Ankara Kazanlı Köylülerin yurtseverliğini anlatmak da var; Amerikan ekmeğiyle semiren yüksek tahsilli firarileri de. Tercih meselesi. Meşrep ne gerektiriyorsa o...

*Çilingir Dergisi'nde yayımlanmıştır, 2017

Devamını Oku »

‘KADİRŞİNAS VE KALENDAR’ İNSAN: CAHİT ÇOLLAK

Karlı bir kış sabahı vefat haberiyle uyandık. Gönül insanı, kitap dostu, güzel insan Cahit ağabeyimiz… yoktu artık aramızda. Ertesi gün gazetelerde Bursa’nın tanınmış kültür adamlarından Cahit Çollak’ın kalbine yenik düştüğünü yazacaktı gazeteler. 

Bir gönül eri ve hal insanı olarak manevi tesiri sadece Bursa’nın kültürel hayatına mahsus değildi elbette. Bursa için bir kitapçı’dan ve yayıncı’dan çok daha fazlasıydı. Emirhan’daki 49 numaralı o küçük dükkanına büyük bir dünyayı sığdırabilmişti. 2007 yılında Mehmet Nuri Yardım büyüğümüz vesilesiyle tanışmıştım kendisiyle. Sonrasında “İtibar” vesilesiyle devam eden süreç esnasında yanımızda oldu. Desteğini esirgemedi, ilgisinin ve beğenisinin bizzat şahidiyim. 

70'li yıllarda Dergah Yayınları’nın idare ve hesap işlerine bakan Cahit Çollak, Uludağ ve Sır yayınlarının sahibi, Türkiye Yazarlar Birliği’nin de Bursa Şubesi kurucularındandı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde tarih okuduğu yıllarda Fikir ve Sanatta Hareket Dergisi’yle kesişmişti yolu, derginin kurucusu Nurettin Topçu ile olan beraberliği böylece devam etti; vefatına değin...

Cahit Çollak, gençlere ve öğrencilere karşı hususi bir alaka gösterirdi, maddi ve manevi olarak her birine yardımı dokunur, onlar için imkanlarını seferber eder, ev ya da burs bulmalarına yardımcı olurdu. Onların sosyal çalışmalarını da desteklerdi. Yarın’ın Türkiye’si olarak görüyordu onları. Biliyordu çünkü yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardı, öncelikle kalp kazanıyordu. 

Emirhan’daki 49 numaralı o küçük mekanı bir nevi muhabbethane gibiydi. Hatırladığım mühim ayrıntılardan biri, masasının hemen ardındaki Nurettin Topçu’nun fotoğrafı ve şu sözüydü: “Gençler, düşünerek girilen kapı yalnız sınıf kapısıdır. Dünyada hiçbir fetih -kaderin sırrına vakıf olanlar için- sınıf kapısını açmak kadar şerefli değildir.”

Daha sonra o mekandan taşınması ise ayrı mevzu. Evi de kiraydı, dükkanı da… 

Geleni gideni eksik olmuyordu. Öğrencisinden öğretmenine, ustasından işçisine, amirinden memuruna, okurundan yazarına… Nazik ve naif davranırdı misafirlerine. Gülümseyen bir çehresi vardı. Selam verip içeri girmeniz yeterliydi. Çayı ve tütünü sevdiği kadar severdi; çalışkan, kararlı ve azimli insanları. Tabii “titizlik ahlakın ta kendisidir” prensibini gözeterek. 

Dalgın bir hali vardı. Sürekli unuttuğu bir şeyler var gibiydi. Eksik kalıyordu sanki bir şeyler…


İş ahlakını önemsiyordu. Gönülle bağlıydı yaptığı işe. “Hizmetkarım” diyordu; gönül verdiği işe emek veriyordu, emekçisiydi sevdasının. 

İstanbul, Malatya, Erzurum ve  Kahramanmaraş’ta bir dönem yaşamış olan Cahit Çollak için Bursa’nın ise ayrı bir kıymeti vardı: “Burada yol boyu yürürken Fatiha bitmeden, yeni Fatiha okumanız gerekir” diyordu. Bir ahbabının vesilesiyle geldiği Bursa’da, özellikle Ulu Camii’ye yakın bir dükkan aramış ve uzun yıllar esnaflık yapacağı Emirhan’daki 49 numaralı mekana yerleşmişti. Ulu Camii’nin gölgesindeydi artık. Oradan taşınmadan bir müddet evvel “İtibar” vesilesiyle ziyaretine gitmiştim. Uğurlarken “hayırla kal” dediğini hatırlıyorum.

‘GEMUHLUOĞLU’NUN DOSTLUĞU’NUN NERESİNDEYİZ’

Cahit Çollak’ın sıkça telaffuz ettiği kelimelerden biriydi: Hal. Bilhassa eski yazarlardan, mütefekkirlerden, üstadlardan söz açıldığında, hali anlamak lazım derdi. Hatırlamak her halükarda güzel, ama o hali anlamayı ve yaşamayı önemsiyordu. 2010 yılında TYB Bursa Şubesinin organizasyonuyla gerçekleştirilen “Fethi Gemuhluoğlu: Bir Vefadır Yaşamak” adlı programa konuşmacı olarak katılım sağlamış ve sormuştu: “Gemuhluoğlu’nun dostluğunun neresindeyiz? Daha da önemlisi, anlattığı aşkın neresindeyiz?”

‘NURETTİN TOPÇU’NUN DERDİNİN NERESİNDEYİZ’

Cahit Çollak, yüzyüze ve birebir konuşmaları daha faydalı görüyordu. Nurettin Topçu ve diğer büyüklerinden aldığı terbiye gereği bu böyleydi. Gürültü, alkış ve kalabalığın olduğu anma etkinliklerinde, konferanslarda, panellerde de dile getiriyordu bunu. Yine bir gün TYB Bursa Şubesi’nin organizasyonuyla “Hatıralar Arasında” programı kapsamında vefatının 40.yılında Nurettin Topçu anılacaktı. Konuşmacı olarak katılım sağladığı o programda da sormuştu: “Nurettin Topçu gibi bir değerimizi anlatmak zor ama asıl sorulması gereken, biz bugün Nurettin Topçu’nun ahlakının, samimi duruşunun ve ömür boyu taşıdığı derdinin neresindeyiz?”

‘GÖSTERİŞSİZ BİR HAYAT’

“Hal ehli olanların şana şöhrete ihtiyacı yoktur” diyordu, Cahit Çollak: “Onların kendi halleri onlara yeter.” Cahit ağabeyin gösterişsiz bir hayatı vardı; eskilerin deyimiyle kadirşinas ve kalender bir insandı. O’nunla tanışabilme, kendi deyimiyle halleşebilme şerefine nail olduğum ilk gün, Mustafa Kutlu büyüğümüzün “İyiler Ölmez” adlı eserinin girizgahını hatırlatıyordu bana: “Kapı açıldı, biri içeri girdi. Onunla beraber yağmurun kokusu, fırtınanın ayazı…”

Bu dünyadan bir Cahit Çollak geçti; gök kubbemizde hoş bir seda bırakarak... 

Kader bize sevdiklerimizin gidişini yavaş yavaş gösteriyor ve ölümü hatırlatıyordu. Eskilerin “ölüm ayı” olarak da tanımladığı zemheri ayında ebediyete uğurladık O’nu. Derdinizle dertlenebilen böylesi büyüklerin gidişinin insana yaşattığı üzüntü, eksikliğin sadece bir kişi olmadığının kanıtı olsa gerekti. Bu şehre büyük bir boşluk bıraktı ardından. 

O’nu tanımak güzeldi. 

Tam da Yarının Türkiye'sindeki gibi; yaşatma aşkına gönül veren, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçisi...

Daima iyilikle ve güzellikle yad edileceği muhakkak. Rahmet ola…

*İtibar Dergisi'nin 65.sayısında yayımlanmıştır

Devamını Oku »